Atilla Can Logo
EBRU SANATÇISIEBRU ARTIST

AKTÜEL / EBRU'NUN UNESCO SÜRECİ

05 Şubat 2016

Bu kategoridekilerin tümü

EBRU

Unesco’da bir Türk: Atilla Can ve Ebru Sanatı

Filiz Hallıoğlu 04 Şubat 2016 Kültür SanatResimRöportajSayı: 125

   Facebook  Twitter  Google +   “Ebru sanatı su yüzeyine boya damlatmak ile kalmamalı, bilimsel anlamda irdelenmeli, asla dogmatizm bu sanatın kaderi olmamalıdır. Ebru sanatı  tam manasıyla tanındığında, bir çok özelliğinin yanında terapi gibi tedavi etme özelliği de keşfedilecek” (Atilla Can)

 

Tüm kurallarımdan, Ben’den kurtuldum,
Ki sözüm vardı sözüm tuttum,
Öncesi bir şekil idim vardım senin kapına şeklim unuttum,
Kavuşunca can’a vardım canan oldum,
Eridim eridim aşka vardım, suyun yüzünde gözüktüm,
Vardım tekliğe de yokluk oldum,
Evvel bir sır idim, geldim meydane de sen’de ifşa oldum.
Tuval Sen görünen Ben,
Bir başka can ile yansıdım kağıda Ebru oldum…

 

Efendim yaşamdaki her şeyin sudan yaratıldığını doğrularcasına bu dizelerden de anlaşılacağı üzere Ebru; bir yaşam, bir gönül verme sanatıdır. Gönülden gelen ve renkler aracılığı ile suya akan ne var ise suyun yüzünde can buluşu, başka bir can ile de kağıda aktarılıp canın var oluşu…

Gerçekten düşünenler için büyük sırların olduğu bu sanata tıpkı adı gibi can veren veTürk-İslam sanatı olan Ebru Sanatımızı değerli çalışmaları ve de gayretleriyle adeta eliyle alıp zirveye koyan Atilla Can ile gerçekleştirmiş olduğumuz röportajımıza yer vereceğiz…

Röportaj | Atilla Can

Atilla Can kimdir?

Atilla Can, 1969 yılında dünyaya gelen, eğitim hayatı boyunca sanattan hiç kopmamış ve ebru sanatına aşık biri. Sanatın, yaratıcılığın ve hayal gücünün özgür irade ile oluşacağına inanan, kalbinde her daim bahar çiçekleri açan, hayatın mutlak  bir maksadı olduğuna inanan,  yaşamda hoşgörü, tevazünün ve tutarlılığın vazgeçilmezliğini  ilke edinmiş, kültür elçiliği için çaba sarf eden, 24 yıllık bir hekim, bir eş, bir baba… Velhasıl kelam, Yunus‘un dediği gibi:

“Bir avuç toprak, biraz da suyum ben, neyimle övüneyim işte buyum ben.” AtillaEbru sanatçısı Atilla Can

Ebru sanatına nasıl başladınız?

Kendimi bildim bileli ilgi alanım hep resimdi. Ebru sanatından haberdardım ve  hep bu sanatın nasıl yapıldığını merak ediyordum. Ebru sanatı ile ilgili araştırmalar yapmaya başladım. Akabinde bu sanatı öğrenmek için harekete geçtim.

Tesadüf değil biliyorum ama Üstat Ali Çalışır ile tanıştım. Bana ebru sanatından bahsetti, o an için yanında olan eserlerini gösterdi. Beni ilk ebru dersine davet ettiği gün İstanbul’un doğum günüydü. Bir 29 Mayıs sabahı başladığım ve tutkunu olduğum bu sanatı, uzun yıllardır ilk günkü gibi büyük bir aşkla devam ettiriyorum.

Atilla Can: Ebru, dünyada tuvali su olan tek sanat.

Ebru Sanatını tercih etmenizde özel bir sebebiniz var mıydı?

Ebru sanatı; gerçekten alışılmışın dışında, içsel  ve ruhsal tesiri yüksek, hoş etkiler bırakan benzersiz bir sanat dalı. Ebru sanatını cezp edici kılan, büyülü bir vasıf kazandıran öğe, elbette ki onun  su üzerinde yapılıyor olması. Tüm bu sebepler ebru sanatını tercih etmemde etkili rol oynadı diyebilirim.

Ebru Sanatının insana ne gibi avantajlar ya da artı yanlar kazandırdığını düşünüyorsunuz?

Su, hayat kaynağımız ve hisseden bir madde. Dokusunda su olan her şey insana; gönül rahatlığı, tarifi imkansız bir dinginlik, dirlik ve huzur veriyor. İnanın gelecek yıllarda ebru sanatı  tam manasıyla tanındığında, bir çok özelliğinin yanında terapi gibi tedavi etme özelliği de keşfedilecek, bu özelliğinden dolayı da çağımızın getirdiği negatif unsurlara mukavemet artacak. Ebru sanatı ile ilgilenen kişide, zihin olumsuz düşüncelerden uzaklaşacak, manevi mutluluğun hazzını yaşayacak. Ebru sanatının verdiği bu pozitif güce gönülden inanıyorum.

 

Türkiye’de ilk kez bir sanat UNESCO tarafından koruma altına alındı. Ve bu olay Türk sanatı adına büyük başarıydı. UNESCO’ya olan başvuru serüveninizi ve neler yaşadınız  bize kısaca anlatır mısınız?

Evet, Türkiye’de ilk kez bir sanat Unesco tarafından koruma altına alındı: Ebru Sanatı… Ebru sanatı; Unesco Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne alınarak Türkiye’nin 12. unsuru olarak tarihe altın harflerle yazılmış oldu. Bu bir başarı hikayesidir. Bu serüven bundan tam yedi yıl önce, ilk kez Birleşmiş Milletlere  ve Unesco Paris Merkezine dilekçe göndermem İle başladı.

Dilekçemde; ebru sanatımızdan bahsederek gelecek kuşaklara aktarılması gerektiğini, çok kıymetli  ve farklı bir üslup ile yapılan bir sanat olduğunu, çok bilinmese de tahmini 1000 yıllık bir geçmişinin olabileceğini; mutlak bu sanatın koruma altına alınması gerektiğini, dünyada her yıl bir günün ise “Dünya Ebru Günü” olarak kutlanmasını talep ettim.

Akabinde birçok resmi kurumumuza, Kültür Bakanlığımıza, Unesco Milli Komisyonumuza defalarca dilekçeler yazdım, telefon görüşmeleri yaptım. Konuyla ilgili, BM ve Unesco Paris’e dilekçeler yazdığımı, taleplerde bulunduğumu söyledim. Projeme destek olmalarını, bir an önce harekete geçmemizin gerektiğini anlattım. İnsanları ve kurumları hayal ettiğim bu projeye inandırabilmek için  inanın çok çabaladım. Çok zorlu ve uzun bir süreçti ve asla pes etmedim.

İçimden bir ses hep bana : “Sakın vazgeçme, eğer sen vazgeçersen, hak etmeyen biri kazanacak” diyordu. Bende, vazgeçme niyetinde değildim. Hemen Türkiye’de ve dünyada   ulaşabildiğim ebru sanatçılarına projemden bahsettim, Unesco Paris’e dilekçeler yazmalarını, dilekçenin yanında bir ebru göndermelerini  ve bana destek olduklarını belirtmelerini istedim. O kadar heyecan ve  inanılmaz bir etki fırtınası oluştu ki anlatamam…

Türkiye’den ve dünyadan birçok ebru sanatçısı Unesco’ya yüzlerce ebru gönderdiler ve projeme destek olduklarını bildirdiler. Bu mektup trafiği aylarca sürdü. Yalnız, projenin unutulmaması, gündemde tutulması ve farkındalık yaratılması  gerekliydi. Bunun için de her yıl Eylül ayının 2. Cumartesi gününü Dünya Ebru Günü olarak etkinliklerle, panellerle, sergilerle kutlamaya başladık.

Bu yıl 5. kez kutlayacağımız Dünya Ebru Günü’nü; ABD, Çek Cumhuriyeti, Hollanda ve Türkiye’den bir kaç ilimiz, büyük bir aşkla istemekte. Şu ana kadar 35 Ülkenin  bu organizasyona destek vereceğini teyit ettik. Velhasıl hikayemiz mutlu bitti ve bu hikayenin baş aktörü olmaktan inanılmaz keyif alıyor, çok büyük bir mutluluk duyuyorum. Ben böyle aşkla mücadele ederken, hiç unutmam çok kıymetli bir akademisyen büyüğüm bana şu kelimeyi kullanmıştı: “Atilla’cığım farkında mısın bilmiyorum ama sen Türkiye’nin milyon dolarlık reklamını yapıyorsun, bu cesareti ve  bu gücü nereden alıyorsun?” dediğinde, ben de ona:

“Bu gücü yüreğimden alıyorum”, demiştim.

 

Ebru Sanatını Unesco nezdinde zirveye taşıdınız, sanat tarihimize altın harflerle yazılacak bir başarı elde ettiniz. Peki, sizce bundan sonraki süreçte bu konuda Ebru sanatı adına neler yapılmalı? 

Somut olmayan kültürel miras taşıyıcı olarak şunları söyleyeceğim. Artık Unesco korumasından sonra ebru sanatımızın kaybolma tehlikesi yok. Fakat bu garantilik konusu bizleri ve bu sanatın icracılarını asla rehavete sürüklememeli. Asıl bundan sonra her şey yeni başlıyor. Ebru sanatının mutlaka Üniversitelerin Güzel Sanatlar Fakültelerinde bir bölüm olarak okutulmasının vaktinin gelip de geçtiğini, yaklaşık 5-6 yıldır söylüyorum. Bu konuda da akademisyen hocalarımızın gayret göstermesini bekliyorum.

Türkiye’de aynı fakültenin 70’ten fazla bölümü oluyor ve kimse yadırgamıyorsa, yalnız bir adet ebru bölümünün olması o kadar da zor olmamalı bence. Eğer bu konuda başarı sağlanamıyorsa,  diğer bir alternatif olarak Ebru Akademileri kurulmalı. Çünkü ebru sanatı bir bilimdir. Yeri geliyor kimyaya, yeri geliyor matematiksel hesaplamalara ihtiyaç duyuyoruz. Ebru,  fiziksel ve mikrobiyolojik aktivitelerin yoğun olduğu bir sanat. İnanın çoğu insan bunun farkında bile değil. Ebru sanatı su yüzeyine boya damlatmak ile kalmamalı, bilimsel anlamda irdelenmeli, asla dogmatizm bu sanatın kaderi olmamalıdır.

 

Atilla Can: “Biliyor musunuz? Kendini yalnız hissedenler için her yer çöldür”

Türk Ebru Sanatına katkı vererek tarihe damga vurdunuz. Ulaştığınız  bu noktada olmak nasıl bir duygu? Öncelikle en yakınlarınız ve sanat çevrenizde olan insanların bu konuda görüşleri nelerdir?

Unesco merkez binasında 27 Kasım 2014 günü ebru sanatımız koruma altına alındı ve bir kaç saat sonra Unesco toplantıları sona erdi. Doğal olarak Unesco toplantı salonu boşaldı ve ben o salonda tek başıma kaldım. Biliyor musunuz? o salondan ayrılmak bile istemedim. O gün tıpkı bu projeyi düşündüğümdeki gibi tek ve yalnız kaldım. Uzun bir süre koltukta, o sessiz ortamda  ve tek başıma oturdum. Bu sürece kadar olan yaşanmışlıkları düşündüm, bu projede bana inanmayanları, bana destek olmak yerine engel olanları, yalnız kaldığım günleri düşündüm. Biliyor musunuz? “Kendini yalnız hissedenler için her yer çöldür”. Zihninizde kum fırtınasından başka bir şey olmaz. Yalnız bırakıldığınızda da ruhunuzda hiçbir çiçek yetişmez inanın. Ben bu çölü uzun yıllar yaşadım ama kurumadım. Her daim mucizelere inanan bir yüreğim vardı ve hep yüreğimi klavuzum bildim, pes etmedim.

Sonuç ortada, 190 ülkenin alkışlayarak kabul ettiği projenin fikir babasıyım. Bu sizce nasıl bir duygu? İçimdeki mutluluğun tarifi imkansız. Tarif edemem, anlatamam da zaten. Ülkem adına bu başarıya imza atmış olmak, tarihin altın sayfalarına yazılmak mutluluk verici. Yıllarca uykusuzluğumun tanığı olan eşim ve kızım, hocam, yakın çevrem, elbette ki bu durumdan çok hoşnutlar, benimle gurur duyduklarını, torunlarıma bırakacağım en değerli mirasa sahip olduğumu söylüyorlar.

Sanat çevresinde,   yalnız ebru sanatında değil ve farklı branşlarda da bu başarı büyük bir mutluluk kaynağı oldu. Diğer sanat branşlarına bir umut ve örnek olduğumu söylediler. Başka sanat dallarında da Unesco koruması alınmasının yolunun açıldığını söylüyorlar. Çini sanatının korunma altına alınması için çalışmaların başladığını biliyor ve inanılmaz keyifle takip ediyorum. Bu projemde yanımda olan bana inanlara, başta aileme, Ali Çalışır Hocama, sanatçı arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum. Başta Unesco nezdinde daimi temsilci Büyükelçimiz Hüseyin Avni Botsalı beyefendiye, Kültür Bakanlığı’mıza, Unesco Mili Komisyonu Başkanımız Prof. Dr. Öcal Oğuz beyefendiye çabalarından dolayı çok teşekkür ediyorum.

 

Peki, Ebru Sanatına olan bu katkınızdan sonra, ebru sanatı adına beklentileriniz var mı? Yeni  kuşak  ebruculara tavsiyeleriniz nelerdir?

Bu sanat adına beklentim ve yeni kuşak ebruculara şunları söyleyebilirim:

Bir an önce ebru sanatının üretme gücünün yükseltilmesi ve ebru sanatında branşlaşmanın olması gerekliliğidir. Branşlaşma; farklılığın, farkındalığın ve gelişmenin hız kazandığı bir sistemdir. En büyük beklenti bence Unesco tarafından olacak. Çünkü ebru sanatının Unesco korumasına alınması demek, Unesco’ya ve uluslararası topluma karşı çok büyük sorumluluğumuzun olduğu manasına gelir. Unesco koruması, bu sanatın üstün bir evrensel sanat olduğunu ve  sanatın korunmasının insanlığın yararına olduğunu belirtir.

Bundan sonra ülkemiz, ebru sanatı ile ilgili çalışmalar içine girmek, uluslararası projeler yapmak, yaptığı projelerine dünya milletlerini davet etmek, bu faaliyetleri Unesco Paris Merkezi’yle paylaşmak ve raporlamak, sorumluluklarını, yükümlülüklerini üzerine almak zorundadır. Bu koruma, kağıt üzerinde kalmayacak kadar çok kıymetlidir. Düşünebiliyor musunuz? Türkiye’de tek sanat bu konuda onore edilmiş durumda. Tahminim Unesco ciddi bir şekilde koruma altına aldığı bu sanatı izleme sürecine girecek. Eğer diğer sanatlarımızın da koruma altına alınmasını istiyorsak, çok ciddi faaliyetlerde bulunmak ve bu faaliyetleri Unesco merkezine rapor şeklinde sunum yapmak, çok yararlı olacaktır.

 

Atilla Bey, Unesco başarısından medyada çok bahsetmiyorsunuz, bu başarının arkasında başka bir isim olsaydı inanın çok dillendirirdi. Bu tavrınızın bir sebebi var mı?

Bu konuda haklı olabilirsiniz, çok insan aynı soruyu soruyor bana. Evet, Unesco zaferinin üzerinden  tam bir yıl geçti. Bu konu hakkında çok konuşmam, yaşananları, süreci çeşitli platformlarda anlatmam gerekiyor. Fakat ben  bu sorunuza şöyle cevap vermek istiyorum:

Bir gün Leyla’ya sormuşlar:

 “Sen mi Mecnun’u çok seviyorsun, Mecnun mu seni?”

 Bu soruyu duyan Leyla: “O nasıl bir söz, elbette ben daha çok seviyorum Mecnun’u! “

Bu sözleri duyanlar şaşkınlık içinde: “Ama o aşkını dağlara taşlara duyurdu, nasıl böyle emin olursun?

 Leyla: “Sevmek aşkı mahrem bilmektir, o kolay olanı seçti, herkese duyurdu ben ise aşkımı içimde yaşıyorum…

Ne güzel anlatmış değil mi? İşte ben de yolumu Leyla’nın yolu olarak seçtim; zaferimi, yaşadıklarımı, sevincimi, aşkımı söze vurmuyor, içimde tutuyorum işte o mahrem olan yolda yürüyorum…

İnananlar için yol biter mi hiç? Yolun sonu olur mu? Bu yolda atılan her adımın adıdır aşk, yürünen yol aşk, yürüyen de aşık olur… Evet,  Atilla Can, su üzerinde yol alanlardan bir isim idi, biz de bu yazımızda kendisini Türk Ebru Sanatımız adına yapmış olduğu güzellikler ile sizlere tanıtmış olduk. Ayrıca bu güzel röportajın ardından Atilla Can Bey’e, eline aldığı meşale ile açmış olduğu bu güzel yolda daima başarılar ile yürümesini temenni ediyor, İndigo Dergisi adına kendisine teşekkürlerimizi bir borç biliyoruz…

Site içeriği kopyalanamaz, link verilmeden başka yerde yayınlanamaz.
web tasarım ve programlama deSen